Ders, herkesin karşısına çıkan bir eylem sürecidir. "Ders çalışacağım", "Derse iyi çalışmadım", "Derse geç kaldım", "Dersine çalıştın mı?" gibi ifadeler ne kadar da hayatımızın içindedir. "Ders" denen eylem sürecine bakış açısı herkeste farklı olabilir. Kimimiz hoşlanır bu sözü duyduğunda, kimimiz nefret ölçüsünde tepki gösterir. Kimimizde de bu, dersine göre değişkenlik gösterir.
Dersler, derslerin içinde geçen konular, o konuların temelini oluşturan ana fikirler ve formüller.. Bunlar, genelde geçmişte yaşamış, "büyük" dediğimiz düşünürlerin çabaları ve ispatlamalarıdır aslında. Dikkat ettiğimizde her formülün, her fikrin özünde "mantıksal bir temel" olduğunun farkına varabiliriz. Yani, "mantıklı" ve "ispata dayanan" her fikir karşımıza semboller (sayı ve kelimeler) çerçevesinde oluşmuş bir ders olarak çıkmaktadır. Dersin oluşumu, düzenlenişi, konu ayrımları Milli Eğitim anlayışına göre şekillenmiştir. Bir konu, bizim için çok basit ve anlaşılır olabileceği gibi, özverili bir çaba da isteyebilir bizden. Kimi konular kolay anlaşılır gelir, kimisi de zor ve anlaşılamaz. Peki bunun nedeni ne olabilir?
Bir konunun zorluğuna ya da kolaylığına dikkat ettiğimizde, kolay olanların, önceki öğrendiklerimizle bağlantılı olduğunu; zor olanların ise, ne kadar çaba göstersek de öğrenilmiş olanlarla bağlantısı kurulamadığı için zor olarak algılandığını görebiliriz. Bunun yanında, zihnin sözel ve sayısal konuları alış kabiliyeti farklı olduğu için, "zor" ve "kolay" nitelemelerini buna göre oluşturabilir. Geçmiş deneyimlerimizde zihnin "sözel" yanını çalıştıracak eylemlerin oluşturduğu "sözel gelişim", karşımıza "sözel öğrencisi"ni çıkarabilir. Bu, tamamen yapılacak "zihin jimnastiği"ne bağlıdır. Geçmiş deneyimlerimizde gerçekleştirmiş olduğumuz bu "zihin jimnastiği", genelde farkında olmadan gerçekleşebileceği gibi, okul yıllarında ana baba ve öğretmen etkisine de bağlı olmaktadır. Yani önemli olan, "geliştirmek". Genelde, küçükken bunun farkında olamadığımız için, ilk ve orta öğrenim döneminde öğrenme yeteneğimiz dışa bağımlı bir özellik gösterebilmektedir. Bu da, öğrencinin gelişme döneminde ebeveyn ve öğretmenlere, hatta toplumun birer bireyi olarak hepimize belirli bir sorumluluk getirmektedir.
İnsanoğlunun, en büyük güçleri arasında
sayabileceğimiz iki buluşu vardır ki, bunlar,
insanları yönetme sanatı ile onları eğitme sanatıdır.
Ders çalışma eylemine dikkat ettiğimizde, ya varolan birtakım formüllerden hareketle değişik tipte, ancak formülle ve dolayısıyla konuyla alakalı problem çözümlerinin ya da "kelime" dediğimiz sembollerin oluşturduğu cümle, paragraf ve genel olarak konu anlatımlarından "ana fikir"
çıkarmanın söz konusu olduğunu görürüz. Çalışma sırasında "başarısızlık" ya da "kötü not" olarak adlandırılan sonuca yol açan nedenlerin en başında "ezber" gelmektedir. "Ezber" dediğimiz eylem, "kişiliği yok saymak", "yeteneklerimizin önünü tıkamak" demektir. Ezberleyerek "öğrenmek", anı kurtarmaktan başka bir işe yaramayan bir pasifleşme anlamına gelir. Yapmamız gereken, önümüzdeki konunun mantığını kavramak, böylece ileride karşılaşacağımız benzerlerini de buna dayanarak çözümleyebile-cek hale gelmek iken, zihinsel gücümüzü tek bir çözümün ezberine indirgemiş oluruz. Oysa ister sözel isterse sayısal olsun, karşılaştığımız soruların varlık nedeni, düşünce, problem çözme yeteneklerimizi hayatın içinde kullanmayı öğrenmemizi sağlamaktır. Aslında bu, bütün bir eğitim-öğrenimin temeli değil midir? Hayata çok daha donanımlı bir şekilde atılmamızı sağlamadıktan sonra onca ders çalışmanın ne anlamı kalacaktır ki?
"Ezberci öğrenci" tipinin oluşumunda en önemli rolü siz kendiniz oynamayabilirsiniz. Burada asıl büyük pay, eğitimcilerindir. Bundan ötürü, bazı durumlarda ezbere yönelik çaba göstermek zorunda kalmanız normal karşılanabilir. Ancak bu, gerçek öğrenci tipinin özelliklerinden biri olmadığı için, ezbere çalışmanın bahanesi haline getirilmemelidir. Her ne kadar "iyi not" uğruna böyle bir çabaya girmek zorunda kalıyorsanız da, en başta "iyi insan", "başarılı insan" olabilmeniz için, "kendiniz için" öğrenme sürecinde ezberden kaçınmak zorunda olduğunuzu düşünmelisiniz. İlk olarak bu bilinci aşılayın kendinize. Buradaki görev de daha çok "eğiten" durumunda olan ana baba ve eğitimcilere düşmektedir.
Öğrenilenlerin gelecekte işe yarar hale gelmesi, yani kişiliğimizi, benliğimizi, potansiyelimizi, yeteneklerimizi geliştirici olması için, konuların "derinlemesine", "merak" ve "ilgi"ye dayalı olarak "araştırılması" gerekir. Burada dikkat edilmesi gereken, "araştırma"dır. Yani "ezberci öğrenci" olmak yerine "araştırmacı öğrenci" profilini oluşturmak. Bir problem ya da sözel bir soru karşısında "Bu problem nasıl çözülür?" sorusundan ziyade, "Bu problemde geçen formüllerin oluşum süreci nedir?" benzeri bir yaklaşım sergilerseniz, yani bir çeşit "dedektif tavrıyla hareket ederseniz, ulaşılamayacak sonuç yoktur. Çünkü, bizi sonuca götürecek olan tek şey "merak" ve "ilgi"dir. Ezber yöntemleri değil.
Bir şeyi ezberlemek, bilmek sayılmaz; anlamadığımız şeyler bizim olamaz.
-Goethe
Mahalledeki küçük bir çocuk tuttuğu takımın ilk 11'ini, en sevdiği futbolcunun kaç numara forma giydiğini, takımda yapılan transferleri ne kadar da kolay sayar döker, değil mi? Nasıl olur bu? Sözünü ettiğimiz "merak" ve "ilgi"den hiç kuşkusuz. Merak, ilgi ve sevginin olduğu her yerde "gerçek bir öğrenme" vardır diyebiliriz. Önemli olan, bu üç özelliği bir araya getirmek.
Yaşamın ilk yıllarına, okul öncesi döneme baktığımızda, çevredeki tüm olan bitenlerin ne kadar da merak ve ilgimizi çektiğini, bizi çevreleyen bütün bir yaşamla tanışmaya can atışımızı düşünelim. Bu tanışma, tüm duyu organlarımızın kesintisiz işleyişine dayanır. Yaşam böyle açıldığımızda^ .merak ve ilgi dolu baktığımızda biz insanların ne müthiş birer kaşif olduğumuza, her an yeni şeyler keşfedişimize dikkat edelim. "Yaşam iştahıyla" dolu okul öncesi dönemimizi, genelde merak ve ilginin uyandırılmadığı konularla okul dönemi izler. İlgimizi çeken başka şeylere yönelecek olduğumuzda "haylaz öğrenci", "tembel öğrenci" gibi suçlamalarla karşılaşırız.. Ama okul ortamının yer yer ilgi çekicilikten uzak olabilmesi, ders çalışmamanın bahanesi yapılmamalıdır. Dikkatimizin oyun duygusundan disipline girme gereğine çevrildiği okul yaşamı olmasa Taş Devrinden çıkamazdık kuşkusuz.
İlgimizi sınıf ortamı yeterince uyandırıp besleyemedi-ğinde bunu kendimiz için yine kendimiz yapabiliriz. Öğrenmeye bir "kaşif ya da "dedektif tavrıyla yaklaştığımızda can sıkıntısının bir anda yeniden öğrenme, keşfetme arzusuna dönüştüğünü deneyimleriz. Böyle bir değişimde bize nelerin gerektiğini bir kez daha hatırlayalım; amaç, motivasyon ve her şeyden önce de bir "kendimiz". Bunların hepsi, bir başka deyişle sizin yükleyebileceğiniz program ve kodlamalar tamamen kendi elinizde olan özellikler. Bu sayede, kendinize yapabileceğiniz en büyük iyilik olan "iç disiplini" de elde etmiş olursunuz. İç disiplinin olduğu yerde başarı kaçınılmazdır!
DERLEYEN... (EDİTÖR)
İletişim:
[email protected]