Araştırmalara göre kaygı duyduğumuz şeylerin yüzde 40'ının hiç gerçekleşmediği; Yüzde 30'unun geçmişte kaldığı ve çaresinin olmadığı; yüzde 12'sinin başkalarıyla ilgili ve bizi hiç ilgilendirmeyen işler olduğu; yüzde O'unun gerçek ya da hayal ürünü hastalıklarla ilgili olduğu ortaya çıkmıştır. Yalnızca yüzde 8'inin kaygılanmaya değer şeyler olduğu anlaşılmıştır.
Kaygının iki türünden bahsedebiliriz: "Bizden bağımsız kaygılar" ve "Bize bağlı kaygılar". 'Yarın hava yağmurlu olacak mı?" diye düşünen bir çiftçinin, bu durumu değiştirmek için yapabileceği hiçbir şeyin olmaması, kaygısının temelinde dış etkenin var olmasıyla ilgilidir. Bize bağlı kaygılar, tamamen bize özgü olan, kendi ruhsal yapımızın ürettiği kaygılardır. Bu tür kaygılan kendimiz ürettiğimiz için, tüketmek de kendi elimizde. Kendimizden kaynaklanan kaygılarımızı bir düşünelim. Neler olabilir? Sınav, gelecek, iş hayatı, ailemizin geleceği gibi. Bu kaygılarla, çiftçinin taşıdığı kaygıyı karşılaştıralım. Her şey ne kadar da elimizde değil mi? Elimizde olan bize bağlı kaygıları yok etmenin ilk ve en önemli yolu, eyleme geçmek tir. Yani bir an önce işe koyulmak..
Kendi ürettiğimiz kaygıları zamanla bir tür alışkanlık haline de getirebiliriz. Örneğin "Sınav" dediğimizde içimizde ojuşan kaygı, alışkanlık haline getirmiş olduğumuz kaygıdır hiç kuşkusuz. Bu kaygı, içimizden başlayan ve farklı biçimlerde dışa vurduğumuz tepkiler olarak kendini gösterir. Göz bebeklerimizin büyümesi, avuç içlerinin terlemesi, kalp atışının hızlanması, nefes alıp verme sıklığının artması, titreme gibi tepkiler, içimizdeki kaygının kendini ortaya koyuş halleridir. Bu halleri gösteren birinin kaygı ya da buna benzer yoğun duygusal süreçler yaşadığını (korkmak gibi) anlayabiliriz.
Peki bahsetmiş olduğumuz, yoğun duyguları nasıl alışkanlık haline getirmekteyiz? Alışkanlığın temelinde yaşam biçiminin olduğu tartışılmaz. Yaşadığımız olaylar bizim iç yaşamımıza yön verir. Olayları ya da yaşadığımız durumları, önce düşünsel süreçlerimize bağlı olarak yorumlarız. İç yaşamımızda mantığın el attığı ilk ve belki de tek kısım burasıdır. Yorumlamadan sonra, o olayı ruhsal ortamımızda değerlendirip ölçüp tartarak bir anlam verir, duygusal süreçlere de bağlı olarak bir tepki oluştururuz. Son aşamada da, benzer olayın gerçekleşmesi halinde daha önce geliştirmiş olduğumuz bu hazır tepkileri kullanarak, davranışı ortaya koyarız. Kısaca bu süreç, "olguları yorumlama", "duygu oluşumu" ve "davranış" olarak gerçekleşir.
Duyguların oluşumunda alışkanlıkların, dolayısıyla geçmiş yaşantının etkisi büyüktür. Geçmişte yapmış olduğumuz bir hata ya da yapmaktan hoşnut olmadığımız, pişmanlık duyduğumuz bir davranış içimizde bir endişe oluşturabilir. Yapmaktan hoşnut olmadığımız davranışın oluştuğu ortama benzer bir konumda olmak, o anı tam olarak yaşamasak da, aynı endişe ya da kaygının oluşumuna zemin hazırlayabilir. Bununla birlikte, yaşamış olduğumuz o zamanı düşünmek de aynı davranışı tekrarlayacağımız yönünde bir kaygı oluşturabilir. Şunu en başta bilelim: Geçmişi düzeltmenin imkanı yoktur. (Ve zaten geçmişte olup bitenler olduğu gibi yeniden de yaşanmayacaktır.) Geçmişten kaynaklanan kaygının temelindeki yorum ve dolayısıyla duygularımızı düzenlemek ise bizim elimizde.
Dün, iptal edilmiş bir çektir. Yarın, bize verilen bir bonodur. Yalnızca bugün, nakit paradır. Kaygının oluşumunda geçmişin ve çevrenin etkisi olmakla birlikte bunda bizim kendimize yaklaşımımız da büyük rol oynar. Kendimize yaklaşımımızın oluşumunda çevrenin etkisi büyüktür. Örneğin, bir öğrenci olarak "başarılı" olma isteğinizin altında yatan, geleceğinizle ilgili planınız mıdır? Yoksa daha çok, iyi bir not ve derece elde ederek çevreniz ve aileniz tarafından "iyi bir öğrenci" olarak tanımlanmaya duyduğunuz ihtiyaç mı?
Cevabınızı tahmin edebiliyorum. Çevrenin onayını almaya yönelik bir bakış açısı, kaygının oluşumuna zemin hazırlamakta. Bu bakış, bir bakıma kişiliğimizin, tıpkı bir hisse senedi gibi sınanabilen ve değeri inip çıkabilen bir varlık olduğuna ilişkin inancımızın bedeli olan "kaygı"yı oluşturur.
Kendimize yönelik bu ve buna benzer bakış açılan, "köktenci"dir. "Başarılıyım!" ya da "Başarısızım!" gibi. Bu tür köktenci yargıların telafisi güç zararlara yol açabileceği kuşkusuzdur.
Kendini "Başarılı" olarak nitelendiren birinin hata yapmaya hakkı olmadığı gerçeğinin oluşturacağı kaygı miktarını düşününce, ne kadar zor bir durumda olduğunu anlayabiliriz. Bunun temelinde, bir tür etiketleme vardır. Bu etiketlemenin ya da köktenci yargıların ne kadar ucuz olduğunu anlayabiliriz. Bu ucuz yargının bedeli ise çok yüksek olabilir: Bizi hata ödleği yapar, risk alma ve yaşam cesaretimizi sömürür, potansiyelimizi geliştirmek yerine durmamıza ve gerilememize neden olur ve bizi olamayacağımız (!) bir kişilik değeri peşinde koşturur.
Kaygının, inançlarımızın bir ürünü olduğu açıktır, inançlarımızın temelinde de bakış açılarımız ve dolayısıyla zamanla zihnimizde yer etmiş olan yargılarımızın olduğunu söylemiştik. Dışımızda gelişen, genelde istemeden de olsa yaşamak zorunda olduğumuz olaylar, duygusal süreçlerimizi harekete geçirir. Ancak, hangi duygu halinin oluşacağını belirleyemez. Burada iş, tamamen kendi ruh halimize, olan biteni yorumlayışımıza düşmekte. Peki yargılanınız nasıl oluşmakta? Yaşantı sonucu oluşan, düşüncelerimize bağlı bakış açılarıyla.. Düşünce, bırakın başkalarının anlamasını, kendimizin bile anlam vermekte zorlanabileceği, ani oluşundu bir süreçtir. Düşüncelerin ani oluşu, basit oluşu anlamına gelmez. Her düşünce oluşumunun, geçmişe dayalı, geniş tabanlı bir birikimi bulunur.
Ancak, ortaya çıkışı tıpkı bir flaş patlaması gibi ani gerçekleşir. Genel olarak düşünme sürecine baktığımızda, içinde yorumlamalar, değerlendirmeler ve iç konuşmaların yer aldığı bir oluşum görebiliriz. Her düşünce, sadece sözcüklerle gerçekleşmeyebilir. Genelde hepimiz, sözcüklere dayalı anlam simgelerine bağlı olarak düşüncelerimizi oluşturur ve yine aynı şekilde dış dünyaya ifade ederiz. Ancak düşünce, sadece sözcüklerle değil, bir takım izlenimlerle de gerçekleşebilmektedir. Bu izlenimler, bir tür canlandırmalar bütünüdür, imgeler diyebileceğimiz bu canlandırmalar, herkese göre farklı şekillerde oluşabilir. Kimi insan, bir fotoğraf makinesi gibi olayı canlandırırken, kimisi hareketli bir şekilde, bir film gibi oynatabilir.
Düşüncelerimiz, daha önceki bölümde de belirttiğimiz gibi, genelde geçmiş üzerinde hareket eden, az da olsa şimdi ve geleceğe dayalı esnek bir özelliğe sahiptir. Dikkat edersek, geçmişe yönelik izlenim ve canlandırmaların daha ağır bastığını anlayabiliriz. Kaygının ortaya çıkmasına neden olan da, geçmişe dayalı değerlendirmelerdir. Düşünme eyleminin yarattığı duygu hallerinden biri olan kaygıyı azaltmanın yolu, yine kendi çıkış haritasında-dır. Yani, düşüncede. Düşünceleri değiştirmek de bakış açılarını değiştirmekle mümkün. Kısaca oluşturduğumuz kaygı, akılcı ve gerçekçi olmayan bir inanış ya da düşünce kalıbının ürünüdür. Bu kalıbın nasıl oluştuğuna değinmiştik. Bunun kendine özgü bir işleyişi vardır. Bu işleyişte köktenci bir bakış açısı ("Başarılıyım" ya da "Başarısızım", vb.) olabileceği gibi çevrenin oluşturduğu, değişmesi kolay olmayan değer yargıları da söz konusu olabilir. Olumlu ya da olumsuz her davranışın olumlu-olumsuz temelinde, zihnimizin kendine göre oluşturduğu mantıklı bir nedeni vardır. Ortaya koyduğu mantığın gerçekçi olup olmaması zihnimiz için önemli değildir. O, kendine göre (çoğu zaman da önyargılara dayanarak) bir mantık oluşturmuştur ve o çerçevede davranışların nasıl ve ne şekilde gerçekleştirileceğini bize sunmaktadır.
Önyargılarımızın temelinde, inançların olgu haline getirilmesi yer alır. Biz, olguları inanç haline getirmektense, inançları olgu haline getirmekte ustayızdır. Örneğin, "Ben tembelim!" diyerek kesip attığınız taktirde, benimsediğiniz bu inanç, harekete geçme cesaretinizi törpüleyecek ve böylece de yargınız kendini bir kez daha doğrulayacaktır, inançlar olağanüstü tetikleyicilerdir. "Ben tembelim!" deyip kesip atmaktansa, olgulardan yola çıkarsanız, "Ben tembelim" inancının ne kadar saçma olduğunu görebilirsiniz. Toplumlar inançları olgu haline getirerek ideolojik yaklaşımların, örf, adet, gelenek, görenek gibi ahlaki değerlendirmelerin ortaya çıkışını ve devamını da sağlamakta. İnançların olgulaştırılması, yani bir anlamda yasalaştırılması, sürekli karşımıza çıkacak bir süreç gibi görünmekte. "Başarılıyım" ya da "Başarısızım" benzeri yargılar da inanç özelliği göstererek bir yasa halini almakta ve biz de bunların esiri olarak davranışlarımızı kısıtlar bir konuma gelmekteyiz. Böylece ortaya çıkmış olan kaygıyı, bir yaşam biçimi, bir yetenek (!) haline getiriyoruz. Madem kaygılı olma hali, tekrarlara dayalı bir "yetenek", o halde tam tersi, kaygılı olmama hali de tekrarlarla gerçekleşebilir. Yeter ki isteyelim!
Hiç denetlemeden kafamıza soktuğumuz inanç ve fikirler, tıpkı virüsler gibi, düşünme mekanizmamızı ele geçirip bizde bir tür "inanma bağımlılığı" oluştururlar.